Mehmet CÖMERT

Mehmet CÖMERT

27 Ağustos 2023 Pazar

Divan-ı Kebir’den

0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Dîvân-ı Kebîr”  Hz. Pir’in (ra) kaside, gazel, rubai ve diğer şiirlerini içine almaktadır. Bütün bu şiirlerde Hz. Pir’in engin coşkusu, his dünyasının en ince ayrıntılarına kadar yansımakta, onun aşk ve cezbesinin enginliği görülmektedir. Dîvân-ı Kebîr’deki  ifadelerde bazen ızdırapla yanan bir gönlün feryatları, bazen da coşkun, heyecanlı, aşkla cezbeye tutulmuş bir kalbin terennümleriyle karşılaşırız. İşte o beyitlerden bazılarını siz kıymetli okuyucularımızla da paylaşmak istedim:

 

Allah’ım! Bizi, bedenimize ait isteklerden, şehvet ve hiddetten kurtar!

Ey zavallı; bu dünyayı, bu yıkık yeri ancak baykuşlar yurt edinir! Sen, ötelerden geldiğin halde, nasıl oluyor da buyıkık yerde oturuyorsun?

Aşk; her an göklere uçmaktır, yüzlerce perdeyi yırtmaktır!

Biz, orucumuzu gök sofrası ile açarız!

Ne olurdu, şu ağzımdaki dilim konuşmasaydı da, gönlüm konuşsaydı!

Ey can Musa’sı; sen, çoban olmuşsun! Sürüyü bırak, Tur Dağı’na çık!

Gecenin karanlığı, benim karanlıklarımın ışığıdır!

 

Kendini görmediğin halde ne zamana kadar başkalarının peşinde koşacaksın?

Alem, var gibi görünen bir yokluktur

Aşkın gönülde açtığı yaralar gönle şifadır.

Ey bülbül; ey binlerce aşk masalı okuyan aşık! Bize baharın güzelliğinden bahset!

Herkes aşık olamaz, aşık olan kişiye dert gerek.

Aşk kasabı ol, kibrin ve hiddetin kanını dök!

Ey balçığa bulanmış, kirlenmiş insan, şu tozdan, topraktan yıkan, temizlen!

Şu kirli dünyadan göklere doğru yüksel, ruhun şad olsun, ötelerde manevî yürüyüş yap!

Göklere çıkan gizli merdivenden cimriler, kötü kişiler yararlanamaz.

Söz herkese kolay görünür ama, binlerce kişi arasında onu anlayan bir kişi bile çıkmaz.

0 sana, senden daha yakındır. Ne için onu dışarıda arıyorsun?

Seni dertlerle, belalarla imtihan edişim, seni sevmediğimden ötürü değildir; senin olgunlaşman içindir.

Ruhanî doğuşlarda ana rahmi olur mu?

Aşk baharı geldi, can bahçesine gel de seyret!

Ben, bu yeryüzüne mensup değilim; göklerin tohumuyum.

Sen henüz bir çocuk gibisin, bu âlem de beşiğe benzer.

Sayı ile verilen nefesi boş sözlerle tüketme!

Oraya gönülden başka bir şey götürme!

Mest ol da kendi kendinden kaç!

Yazıklar olsun sana! Özü bırakmışsın, kabuğa yönelmişsin.

Ey insan! İçinde yaşadığın toprak yurdunda göklere doğru uç!

Şu yıkık gönül köyünü Bağdat şehriyle bile değişme!

Hakk’ın lütfuyla gül bahçesinde dikenle gül arkadaş olmuşlardır.

Şehvet çamurlarına bulanmış kanatlarını yıka, temizlen, uçmaya hazırlan!

Dünyada hased gibi, insanın hem kendisine, hem de başkalarına zararı dokunan bir şey yoktur

Kendinde bulunan defineden haberi olmayan ağır canlı olur, tembelleşir.

Gök kapıları geceleyin açılır

Hak yolunun ihtiyarları elbette gençleşir.

Ey baş! Neye, kime secde ettiğini bil!

Kötülük yapınca afetlerden kork,çünkü tabiatta hiçbir şey cezasız kalmaz.’

Sen büyük bir alemsin.

Kendini ucuza satma, senin değerin pek ağırdır.

Devamını Oku

Her Savaşçı Kahraman Değildir

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Tarihin kaydettiği çok ünlü savaşçılar vardır. Kur’an, Davut(as) ve Calut’unsavaşından ve Davud’un onu öldürmesinden söz eder. Cenk ve cihat’da en önemli gücün askeri maddi güç değil, iman, cesaret ve sabır gücü olduğunu bildirir.

“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.”(Bakara,150)

İslam tarihindeki savaşçı komutanlar ile batı dünyasındaki meşhur savaşçıları ayırt eden temel nokta kahramanlıktır. Bir savaşçıyı kahraman kılan, onun savaş esnasında hem cesur hem de adil olmasıdır.Kendi dünyevi çıkarları için kılıç sallayanlar kahraman olamazlar.Onlarca,  belki yüzlerce örneği olan bu konunun sadece tek bir örneğini vermekle yetinelim. Hz Üstad(ra)o meşhur Hz. İmam Ali(ra) olayını kısaca şöyle anlatır: “”Bir vakit, İmam-ı Ali RadıyallahüAnh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?'”

 

“Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”O kâfir ona dedi: ‘Maksadım beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.’ dedi.” (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup.)

Hz Pir’in ifadesiyle Kur’an’ın emrettiği savaş, delinin elindeki kılıcı alıp onun başkalarına zarar vermesine engel olmaktır.

Batı felsefesinde savaş, güçlü olmanın göstergesidir ve güçlüler ile zayıflar arasındaki mücadelede yenilen taraf yok olmayı hak etmiştir.Yaşama hakkına sahip olmanın tek yolu güçlü olmaktır. Gene batı medeniyeti merhamet ve adaleti bir zaaf olarak görür. Batı felsefesinde insan insanın kardeşi değil, kurdudur.

Şimdi batı kültürünün yetiştirdiği o meşhur savaşçı Napolyon’un hayatından bir kesit vererek Hz Ali, Halit Bin Velid Selahaddin-i Eyyubi ve daha nice asker  kahramanlarımızla aralarındaki kıyas kabul etmez farka bakalım.

Napolyon,  Rus topraklarına girdiği esnada gözü tarlasında çalışan bir ihtiyara ilişir.  Kazmasıyla, baltasıyla tarlada çalışıp duran ihtiyar adamın kendi ordusuna başını kaldırıp bakmaması Napolyon’un dikkatini çeker.  “Avrupa’nın kızları sabah uykularını bozup ordumu görmek için dışarı koşarken bu ihtiyar  nasıl olur da beni ve ordumu göremez” der. Orduya dur komutunu verir  ve askerlerine, “şu ihtiyarı alıp getirin” emrini verir.

Askerler ihtiyarı derdest edip getirirler. Napolyon, elindeki küçük baltasıyla beli bükülmüş halde karşısında duran ihtiyara sorar:

“Neden çalışmana ara verip ordumu seyretmedin”?

İhtiyar köylü:

“Bana ne senin ordundan. Toprağım için çalışmak benim için öncelikli olan iştir” diye karşılık verir.

Napolyon:

“Benim kim olduğumu bilmiyor musun”?

İhtiyar köylü: “Senin kim olduğunu bilmem beni  ilgilendirmiyor”.

Napolyon: “Beni tanıman nasıl ilgilendirmez seni? Ben yakında  ülkeni işgal edecek olan Napolyon’um”. diye kükrer.

İhtiyar köylü:

“Sen hakir bir işgalcisin ve benim ülkemi alamayacak kadar da küçüksün”der.

Napolyon, “Adımı kendinle taşıman ve hiç unutmaman gerek” dedikten sora  askerlerine şöyle emreder:

“ Kalem şeklindeki bir demir parçasını ateşte kızdırın ve onunla adımı avucuna kazıyın ki, onu  ne unutsun ne de silebilsin.

Askerler emredileni derhal yerine getirirler. İhtiyarın canı  çok acır ama o, bu işgalcinin adını hayat boyunca taşımanın daha çok acı vereceğinin bilincindedir. Ve hemen elindeki baltayla o eli keser ve onu Napolyon’un yüzüne fırlatıp şöyle der:

“Al ismini! Ben senin gibi  aşağılık bir işgalcinin adını taşımaktan utanç duyarım”.

Napolyon bu manzara karşısında etrafındakilere bakar ve tarihe mal olmuş o meşhur sözünü söyler:

“İşte şu andan itibaren hezimet başlamıştır”.

Devamını Oku

Her Savaşçı Kahraman Değildir

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tarihin kaydettiği çok ünlü savaşçılar vardır. Kur’an, Davut(as) ve Calut’un savaşından ve Davud’un onu öldürmesinden söz eder. Cenk ve cihat’da en önemli gücün askeri maddi güç değil, iman, cesaret ve sabır gücü olduğunu bildirir.

“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.”(Bakara,150)

İslam tarihindeki savaşçı komutanlar ile batı dünyasındaki meşhur savaşçıları ayırt eden temel nokta kahramanlıktır. Bir savaşçıyı kahraman kılan, onun savaş esnasında adil olmasıdır.Kendi dünyevi çıkarları için kılıç sallayanlar kahraman olamazlar. Konu çok geniş olunca buna sadece bir örnek vermekle yetinelim: Hz Üstad (ra)o meşhur olayı şöyle anlatır: “”Cây-ı ibret bir hadise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?'”

 

“Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”O kâfir ona dedi: ‘Maksadım beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.’ dedi.” (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup.)

Hz Pir’in ifadesiyle Kur’an’ın emrettiği savaş, delinin elindeki kılıcı alıp onun başkalarına zarar vermesine engel olmaktır.

Batı felsefesinde savaş, güçlü olmanın göstergesidir ve güçlüler ile zayıflar arasındaki mücadelede yenilen yok olmayı hak etmiştir, güçlü kalan ise yaşar.Yaşama hakkına sahip olmanın tek yolu güçlü olmaktır. Gene batı medeniyeti merhamet ve adaleti bir zaaf olarak görür. Batı felsefesinde insan insanın kardeşi değil kurdudur.

Şimdi batı kültürünün yetiştirdiği o meşhur savaşçı Napolyon’un hayatından bir kesit vererek Hz Ali, Halit Bin Velit Selahaddin-i Eyyubi ve daha nice asker  komutanlarla aralarındaki kıyas kabul etmez farka bakalım.

Napolyon,  Rus topraklarına girdiği esnada gözü tarlasında çalışan bir ihtiyara ilişir.  Kazmasıyla, baltasıyla tarlada çalışıp duran ihtiyar adamın kendi ordusuna başını kaldırıp bakmaması Napolyon’un dikkatini çeker.  “Avrupa’nın kızları sabah uykularını bozup ordumu görmek için dışarı koşarken bu ihtiyar  nasıl olur da beni ve ordumu göremez” der. Orduya dur komutunu verir  ve askerlerine, “şu ihtiyarı alıp getirin” emrini verir.

Askerler ihtiyarı derdest edip getirirler. Napolyon, elindeki küçük baltasıyla beli bükülmüş halde karşısında duran ihtiyara sorar:

“Neden çalışmana ara verip ordumu seyretmedin”?

İhtiyar köylü:

“Bana ne senin ordundan. Toprağım için çalışmak benim için öncelikli olan iştir” diye karşılık verir.

Napolyon:

“Benim kim olduğumu bilmiyor musun”?

İhtiyar köylü: “Senin kim olduğunu bilmem beni  ilgilendirmiyor”.

Napolyon: “Beni tanıman nasıl ilgilendirmez seni? Ben yakında  ülkeni işgal edecek olan Napolyon’um”. diye kükrer.

İhtiyar köylü:

“Sen hakir bir işgalcisin ve benim ülkemi alamayacak kadar da küçüksün”der.

Napolyon, “Adımı kendinle taşıman ve hiç unutmaman gerek” dedikten sora  askerlerine şöyle emreder:

“ Kalem şeklindeki bir demir parçasını ateşte kızdırın ve onunla adımı avucuna kazıyın ki, onu  ne unutsun ne de silebilsin.

Askerler emredileni derhal yerine getirirler. İhtiyarın canı  çok acır ama o, bu işgalcinin adını hayat boyunca taşımanın daha çok acı vereceğinin bilincindedir. Ve hemen elindeki baltayla o eli keser ve onu Napolyon’un yüzüne fırlatıp şöyle der:

“Al ismini! Ben senin gibi  aşağılık bir işgalcinin adını taşımaktan utanç duyarım”.

Napolyon bu manzara karşısında etrafındakilere bakar ve tarihe mal olmuş o meşhur sözünü söyler:

“İşte şu andan itibaren hezimet başlamıştır”.

Evet hakiki ve daimi zafer Hakk’a inananlarındır.

Devamını Oku

Hikmet Parıltılarından

0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa onu alır” diyen bir medeniyetin mensubu olmak büyük bir payedir. Bu ümmet yunanın antik bilgi ve hikmetini insanlığa tekrar kazandırmıştır. Hz Resul-i Ekrem(sav) cahiliyye döneminin şiirlerinden hikmet kokanları beğeniyle dinlemiş ve bazen kendisi de onları terennüm etmiştir.

Biz de bugün sadece Arap dünyasının değil bütün dünya edebiyatının en tanınmış şairlerinden biri olan Cibran Halil Cibran’dan  bir alıntı yapalım dedik.

 

“Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma..

Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de..

Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

Yolcuya bakıp, yolunu tanıma.

Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;

asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;

yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal…

En doğru yol: en dikensiz yoldur diyenler seni aldatıyorlar.

Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

Aldırma.

Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.

Dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır.

Gerçek aşık olanlarsa, dikenini de sever.

Dostum, yollar yürümek içindir.

Fakat, şu gerçeği de hiç unutma:

Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.

Yol boyunca; yola çıkıp da yürümeyenleri,

yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları,yoldan metafizik uyuşturucularla keyif çatanları,tel örgülerle çevirdiği yolu kendisine zindan edip volta atanları,maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı gidip, 50. metrede yola yatanları,yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zar atanları,

yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları,ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları,

beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları,yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.

Aldırma, yürü.

Göğsüne yüreğinden başka muska takma.

Vahiy haritan,

nebi kılavuzun,

akıl pusulan,

iman sermayen,

amel azığın,

sevgi yakıtın,

ahlâk karakterin,

edep aksesuarın,

merhamet sıfatın,

şeref ve izzet adın olsun.

Doğru yol:

İnsanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.

Yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin.

Unutma, tövbe özeleştiridir.

Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir.

Yön tayini sık sık gerekli olabilir.

Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir”.

 

 

 

Devamını Oku

Mevlâ Görelim Neyler, Neylerse Güzel Eyler

0

BEĞENDİM

ABONE OL

İçinde hayat sürdüğümüz şu âlem bir yasalar
bütünüdür diyebiliriz. İlâhi maksadı, rahmet ve adaleti
sağlayan bu kevni ayetler yüce yaratıcının her konuda
tek hüküm sahibi olduğunun da belgeleridir. Evet her
olayın, doğuş ve bitişin, değişimin bağlı olduğu bir
yasası vardır. Bu ilâhi yasalar, ayetler varlıktaki düzeni,
dengeyi ve maksadı korumak içindir elbette.
Çoğu zaman biz insanlar bu kapsayıcı yasaların
işlemesindeki hikmet ve maslahatların farkında
olamamaktan dolayı onlara ayak uydurmadaki
ihmalkarlığımız neticesinde zarar görür ve peşinden
hemen şikayet etmeye başlarız. Karşımıza çıkan
olumsuzlukların da bir fırsat olduğunu çoğumuz
anlayamayız. Aceleci ve bencil yapımız galebe eder ve
bizi isyana sürükler. Sanki her şey istediğimiz gibi olsun
deriz. Özellikle inancı zayıf, ya da inanmayan kimseler
sanki bu koca evrende bir tek kendileri yaşıyormuş
gibidirler. Her şeyin kendi arzuları istikametinde
gerçekleşmesi gerektiğini arzular bir tavır sergilerler.
İnsan oğlunun özellikle bu son asırlarda doğaya ve
çevreye müdahalesinin arka planında da evrene kendi
istedikleri gibi hükmetme anlayışı yatar. Bu arzu,
insanoğlunun cahil ve bencilliğinin eseridir ve tabiate

yapılan bu yanlış müdahaleler çok daha büyük ve
onarılması güç sonuçlar doğuruyor.
İslam teslimiyettir. Yani ilâhi iradenin yasalarına
uymaktır. Âlem ve onu yaradan güç ile uyumlu yaşama
çabasıdır. Küfür ve şirk ise, bir düzenin, maksadın ve
görevin olmadığı, insanın arzusu istikametinde yaşaması
gerektiğini vehmetmektir. Bu ilâhi kuşatıcı rahmet ve
adalet yasalarını anlamayan küfür mantığına sahip birisi
karşılaştığı bazı olaylar sebebiyle isyana sürüklenir,
evrende hakim bir gücün olmadığına inanır. Yüce bir
yaratıcı olsaydı bu acılar yaşanmazdı diye çürük ve
esassız bir gerekçeye sarılır. Bu mantığa göre yaratıcı
bir güç olsaydı eğer, evreni ve olayları kendi
arzuladıkları gibi yaratırdı. Bu,tıpkı bir tohumun toprağa
atılmayı reddetmesi mantığıdır. Toprağa atılmayan
tohum ambarda kalacak; ya çürüyecek ya da farelerin
yemi olacaktır. Toprağa karışıp başına yağan kar ve kışa
sabreden tohum ise bahara ulaşıp neşv-ü nema
bulacaktır.
Bu âlemin değişim esaslı bir süreç olduğunu ve bu
süreçte hoşumuza gitmeyen bir olayın bizim için çok
hayırlar barındırdığını anlamak zorundayız. Hasılı
zorluk ve kolaylık iç içe yan yanadırlar. İlahi mesaj bu
hakikati şöyle ifade eder: “ Evet, doğrusu her
güçlüğün yanında bir kolaylık var.” (İnşirah,6)
Aksi halde ambarda durmak isteyen tohumun akibetine
uğrarız. Hz Pir zorluklarla mücadelenin insanı

ulaştıracağı sonucu şöyle bir temsil ile anlatır: “İnsan
yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer,
istemez. … Tencere kaynamaya başlayınca nohut,
tencerenin üstüne fırlamaya, dışarı çıkmaya başlar. Aşçı
kepçeyi başına vurur ve biraz daha kal, iyice piş de
tadın güzel olsun der” (Mesnevi)
Yazımızı hoşa gitmeyen şeylerin içinde ne hayırlar
olduğunu anlatan bir kıssa ile bitirelim:
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek
battı. Gemiden sağ kurtulan adamı, dalgalar küçük, ıssız
bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini
kurtarması için Allah'a yakardı ve yardım bulurum
umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden…
Daha sonra ağaç dallarından ve yapraklardan kendine
bir kulübe yaptı. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku
gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah'a dua
ediyordu. Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe
çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde
yandığını gördü. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.
Keder ve öfke içinde donakaldı. Şimdi bu ıssız adada,
başını sokabileceği bir kulübe bile kalmamıştı.
Çok geçmeden adaya yaklaşmakta olan bir geminin
olduğunu gördü. Hemen sahile koştu. Gemi yanaştı ve
adam hemen içeriye çıktı. Bitkin adam kendisini
kurtaranlara sordu; "Benim burada olduğumu nasıl
anladınız?"

Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı: "Dumanla
verdiğiniz işareti gördük!"

“Sevmediğiniz bir şey sizin için iyi ve sevdiğiniz bir
şey de sizin için kötü olabilir. Siz bilmeseniz de
ALLAH bilir”. (bakara,216)

Devamını Oku